DerlediklerimizGüncel

AYKAN SEVER | Devlet dersleri-TC

“Diyeceğim bu devletle ve bu rejimle yola devam edilemez. Derdiniz sadece "soluklanmak"tan ibaret değilse, evet asıl olarak ortak umutlarla yüklü yeniden inşa ve BARIŞ gündemde olmalı.”

Birkaç sene önce Devlet Dersleri-Arjantin başlıklı bir yazıyı bianet sayfalarında paylaşmıştım. (1) Derdim, devletin bizden biraz “uzak”taki bir görünümünü nakletmekti. Sonra sırayı TC’ye bir türlü getirememiştim. Bir kitap ve başımıza gelenler vesilesiyle artık bunun da zamanı geldi.

Bu hafta hakkında konuşmak istediğim kitap, “Mülksüzleştirme ve Türkleştirme-Edirne Örneği” (İlkay Öz-İletişim Yayınları- 1. Baskı 2020) başlığını taşıyor. İlkay Öz’ün araştırması aslında bir tez metni olarak hazırlanmış daha sonra kitaba dönüştürülmüş.

Kitapta Osmanlı-Türkiye topraklarında yaşayan başta Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar ve Yahudiler olmak üzere çeşitli azınlık kesimlerin nasıl mülksüzleştirildiği, sürüldüğü, yok edildiği Edirne kenti özeline odaklanılarak gayet sade bir biçimde izah edilmiş. Özellikle bu sürecin açıktan belgesi olabilecek nitelikte olan (devletle epey uğraşılarak ulaşılan) tapu kayıtlarının şovenist hamasetle boğulamayacak açıklık ve netlikte sergilenmesi, zırvaya pek de aralık bırakmıyor.

Öncelikle şunun altını çizmeliyim, 2. Abdülhamit, İttihat Terakki ve TC’nin azınlık diye addedilen kesimlere karşı siyasal tutumunda belli bir devamlılık var. Abdülhamid’in “Müslümanlık”ı temel alarak başlattığı katliamlar İttihat Terakki ve TC ile birlikte Türklükle kaynaşarak bugünkü hakim zihniyetin temelini oluşturdu.

Bu anlamda Osmanlı-TC arasında kopuştan söz etmek “yalan” olur. M. Kemal ve siyasal çevresi ise fiilen ve zihniyet olarak doğrudan önceki süreçlerin evrilmiş mirasıdır. Daha basitçe ifade etmek gerekirse Cumhuriyet’in kurucuları daha önceki periyotlarda gasp edilenleri bırakın, iade etmeyi katliamları da meşrulaştıran bir çizgi izlediler. Örneğin 27 Mayıs 1915 tarihli Ermenilere ilişkin “Tehcir Yasası” Ekim 1918’de 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı yenilgisi üzerine iptal edildi. Sonrası 26 Eylül 1915 tarihli Ermenileri mülksüzleştirmeyi hedefleyen Tasfiye Kanunu da iptal edildi. Ancak daha sonra TC çeşitli yalpalamalar neticesinde Ermenilerin ülkeye dönüşünü engelleyen kanunlar çıkararak fiilen İttihat ve Terakki’nin soykırım yasalarını yeniden yürürlüğe soktu.

Özetle kitapta da gösterilmeye çalışıldığı üzere gerçekte gasp yoluyla “milli sermaye”nin ve onun aracı/yönlendireni olarak “ulus devlet”in var edilmesi, şekillendirilmesi süreciyle karşı karşıyaydık.

Tekrar Öz’ün kitabına dönecek olursak bence kitap rahatlıkla bugüne de uzatabileceğimiz ve yansımalarını görebileceğimiz mülksüzleştirme, sürme, yok etme, nüfus mühendisliği ve Türkleştirme (Müslümanlaştırma vurgusunun yanı sıra soykırım sürecinden etkilenen Süryaniler, Pontuslar ve Ezidi Kürtler gibi halklardan bahsedilmemesi kitapta eksik kalmış) sürecinin sosyo-ekonomik arayış ve belli sistematik politikaya dayandığını göstermesi, kanıtlaması açısından önemli. Şunun altını ise kalınca çizmeliyim, bu yaşananların hiçbiri “doğal” değildi. Doğrudan politik tercihlerle ilgiliydi. Tarihi bir zorunluluklar silsilesi olarak okumamızı salık verenler gerçekte bugün olanları yani modern köleliği meşrulaştırmaya çalışan birer şarlatandan başka bir şey değil.

Osmanlı sarayının ekonomisinin ana damarlarından birinin süreklileşmiş talan, devşirilmiş iş/savaş gücü ve azınlıklara vurulmuş vergi boyunduruğu olduğu bilinen bir gerçek. Burada “üretim”e dair öge “ganimet” sözüyle özetleyebileceğimiz çalma çırpmayı temel enstrümanlardan biri haline getiren dolayısıyla “kötülük” diye de tanımlanabilecek birçok şeyi kendi varoluşunun yapısal bir ögesi olarak içselleştiren bir devlet-iktidar mekanizması olduğunu görüyoruz. Sonrasında da bu gelenek sürdürüldü. 1910’lardan başlayarak TC’nin kuruluşu ile devam eden bürokrasiyle iç içe geçmiş “güvenilir- milli burjuvazi” yaratıldı. Bırakın M. Kemal dönemini bugün de aynı zihniyetin her yerde hakim olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.

Edirne’den kalanlar…

Kitapta Edirne’de yaşatılan demografik değişim yani Rumlar ve Ermenilerin saldırıya uğraması, katledilmesi, kalanların zorla göç ettirilmesi çok ayrıntılara girilmese de ana hatlarıyla anlatılmış. Bu gelişmelerin Osmanlı-TC merkezi yönetimlerince kurgulandığı ve nasıl uygulandığına da yer verilmiş. Edirne örneğinde Ermeni ve Rumlardan kalan mallar Müslüman-Türk kesimler arasında paylaştırılırken, Yahudilerin en azından bir kısmının bu yok etme harekatlarından yararlanarak Ermeni ve Rumların yerini çeşitli biçimlerde aldıklarını, ticaretin ağırlığını ele geçirdiklerini şu ya da bu nedenle bu durumun merkezi otorite tarafından da hoş karşılandığını görüyoruz.

Kitapta aktarıldığı üzere örneğin M. Kemal kendisine Yahudilerle ilgili yöneltilen bir soru üzerine “Unsuru hakim olan Türklerle tevhid-i mukadderat etmiş sadık unsurlarımız vardır ki bilhassa Museviler bu millet ve vatana sadakatlerini ispat ettiklerinden, şimdiye kadar müreffehen imrari hayat etmişler ve bundan böyle refah ve saadet içinde yaşayacaklardır” diyor. (2 Şubat 1923-İzmir) Edirne milletvekili Mehmet Şeref Bey de Musevilerle ilgili Mayıs 1923’te M. Kemal’e benzer sözler sarf ediyor. “Hakiki dost zindan kapısında belli olur. Türkiye Musevileri cidden zindan kapısında bize dost kaldılar” diyor. Tabii failler pragmatist her politikacı gibi kıyım sırası Musevilere gelince bu sözleri unutacaklardır.

“1934 Trakya Olayları”

1934’te gerçekleşen “Trakya’da olayları” olarak adlandırılan süreç Yahudilerin de sürgün ve mülksüzleştirilmesi diye özetleyebileceğimiz “ulus devlet”in daha önceki etkinliklerin bir sağlaması gibiydi.

Gerekli tetkiklerden sonra 14 Haziran 1934’te çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu neler olacağının “yasal” sınırlarını çiziyordu. Kanun “Türk bayrağına gönül vermemiş iken Türk yurttaşlığının verdiği her hakkı kullanmakta olanlar”ı hedef almıştı ve Türk kültürü içinde eritilmeliydiler. Herkesin Türklüğü TC için açık olmalıydı. Devlet hiç bir Türkün Türklüğünden işkillenmek istemiyordu.

Sonra doğrudan gelişmeler Ankara tarafından organize edildi. Önce hükümet tarafından bölge ile ilgili bir rapor hazırlandı. Yerel gazeteler “Yahudi sorunu”dan bahsetmeye başladı. Tehditler ve küçük olaylar sonrası bölgedeki CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) teşkilatının da aktif olarak dahil olduğu pogrom benzeri bir tertip gündeme geldi. Daha önce diğer azınlıklarda olduğu gibi bölgedeki Museviler yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldılar. “Doğal olarak” mülk de el değiştirdi. İlkay Öz’ün yaptığı araştırmaya göre Yahudi nüfusu ise binlerden bugünlerde iki kişiye kadar geriledi.

Bu antisemit gelişmelerde Hitler’in 30 Ocak 1933’te Almanya’da iktidara gelmesinin daha önce de karşılıklı etkileşimin olduğunu varsayarsak muhtemelen Türkiye’deki dönemin egemenlerine cesaret ve esin kaynağı olması tamamen olasılık dışı değil.

Türkiye’de gayrimüslim kesimlere 1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi, 1955-6/7 Eylül İstanbul Pogromu, 1964 Kıbrıs Olayları türünden gelişmelerin izleğinde belli aralıklarla darbeler vurulmaya devam edildi. Benzer bir durum paralel olarak cumhuriyet tarihi boyunca elbette Kürtlere dönük de yaşandı hâlen devam ediyor. Neticede Türkiye’deki hakim sınıfların Batılı burjuvaziyle aynı süreçler içerisinde biçimlenmediği/biçimlendirilmediği bu anlamda burjuvaziye atfedilen ilericilikten de yoksun ya da bunun çok sınırlı olduğu görülebilir.

Kitapta bu sürecin birçok boyutuyla ilgili bilgiler bulmak mümkün. Kitapla ilgili son olarak 1968 yılında yedi “milliyetçi” iş insanı tarafından İzmir’de kurulan Türkiye Siyonizmle Mücadele Derneği’ne (TSMD) dikkatinizi çekmek istiyorum. Dernekte faaliyetlerde “führer” lafı bir zamanlar epey popülermiş. Fakat bu başlıkta asıl gözüme çarpan şey, İlkay Öz’ün derneğin Edirne şubesinden bazı kişilerle yaptığı görüşmeler. Dernek üyelerinden Ş.İ. Yahudi karşıtı etkinlikleri devlet istihbaratı aracılığı ve onların yönlendirmesiyle gerçekleştirdiklerini söylüyor. Bu şahıs ferahfeza konuşuyor. Yaptıkları faaliyetler arasında Yahudilerin evlerine gamalı haç çizmek, Yahudi karşıtı sloganlar yazmak gibi işler de var. Devlet yap diyorsa elbette “suç” olamaz.

Devlet fetişizmi

İsmiyle cismiyle devlet fetişizminin sembolü olan şahıs geçenlerde, “susturun, endirin…” diye höykürdü. Başka bir mevzu ama aklıma niyeyse Escobar’ın adamlarını birilerini öldürmeye gönderirken “haga le!” diye ünleyişi geldi.

Sonra Engels’in devlet hakkında söylediği şu sözler: “Gerçekte devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir ve bu, krallıkta ne kadar böyle ise demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; en iyi durumda, sınıf egemenliği için verdiği muzaffer mücadeleden sonra proletaryanın miras aldığı ve tıpkı Komün gibi en zararlı yönlerini derhal mümkün olduğu kadar çok budamaktan kendini alamayacağı bir kötülüktür; ta ki, yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak, bütün bu devlet döküntüsünü hurda yığınları arasına fırlatabilecek hale gelinceye değin.”

Elbette devlet Engels’in söylediklerinden ibaret değil ama bunlar üzerinden atlayamayacağımız basit ve açık gerçekler. Devletin tarihsel olarak fetişize edildiği bir ülkede Engels’in söyledikleri eksik bile kalır.

Devletin örneğin ABD’de başka bir şey olduğunu iddia eden çok okumuş arkadaşlar çıkabilir. Elon Musk ya da F-35 savaş uçağı benzeri müthiş keşifleri olan Lockheed Martin’e aktarılan milyarlarca doların Trump’ın ya da Biden’ın cebinden çıktığını ispatlayabilirlerse ne derlerse fitim. Ama gösteremezlerse onlar da umarım kendilerine uygun bir sıfat seçerler…

Sürmekte olan 3. paylaşım savaşında kapitalizmin adeta kârdan kudurduğu ve dünyanın genelini hızla yoksullaştırdığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kapitalizmin savaş ve Kovid gibi “felaketler”le, insanın ve doğanın yağması ana beslenme kanalları. Bugün yaşananlara karşı “Devletin kamusallaştırılması”ndan ya da “kamusallığın yeniden inşası”ndan bahsetmek özellikle Türkiye’nin bugününü düşündüğümüzde gerçekçi ve yapılabilir gibi gözükse de daha çok mevcut “muhalefet”in restorasyon arayışlarından ötesini ifade etmediği gözüküyor. Bence “kamusallığın yeniden inşası” gibi kavramlar belli bir dönemin kapitalizmi, sosyal devleti ve uluslararası dengelerine has bir konjonktüre ait. Bugün ancak bir nostalji biçimi olarak özel bir anlamı olabilir. Kimse kusura bakmasın ama bu yaklaşım içinde olanların mantığı bugün deprem yıkıntıları üzerine TOKİ inşaatı yapıp keyfine bakmaya çalışan rejimin sermayedarlarından farklı değil.

Mücadele etmeden kazanmak

Fakat “muhalefet”ten farklı olarak devletle önemli ölçüde bütünleşmiş Türkiye’de hüküm süren rejim çok gerçekçi ve işine bakıyor. Rejim-TC kendi bilincine sahip ve bu doğrultuda göç ettirme, mülksüzleştirme, ırkçılık, nüfus mühendisliği ve ucuz emek yaratma harekatını acımasızca, katlayarak deprem zemininde devam ettiriyor.

Diyeceğim bu devletle ve bu rejimle yola devam edilemez. Derdiniz sadece “soluklanmak”tan ibaret değilse, evet asıl olarak ortak umutlarla yüklü yeniden inşa ve BARIŞ gündemde olmalı. Mevcut sermaye ve devlet yapısının koruyarak sürdürülebilecek herhangi bir onarım faaliyeti sadece bizi depremler karşısında savunmasız bırakmaz, uzun yıllar içinden çıkamayacağımız koca bir yalanın anaforuna yeniden kapılmamızı sağlar.

Abya Yala ülkelerinde çeşitli “sol” iktidarların seçimleri kazanması Türkiye’deki sol tarafından da ilgiyle izleniyor, alkışlanıyor. Fakat seçimlerin nasıl kazanıldığıyla ilgili yapılan değerlendirmelerin bir kısmı fazlasıyla eksik ve yanıltıcı. Bir defa seçimleri liderler kazanmıyor. Güney Amerika’da sol ya da sosyal demokrat liderlerin seçimleri kazandığı yerlerin tamamında öncesi ciddi halk hareketleri ve mücadeleler söz konusu. Şili’de 2019 Ayaklanması bunun en çarpıcı örneklerinden. Milyonlarca insanın katıldığı direniş aylarca devam etti. Devlet terörüyle onlarca kişi hayatını kaybederken yüzlerce kişi de gözünü kaybetti.

Boric bu dalganın üzerine oturarak iktidara geldi. Boric’in düzenle hesaplaşmak yerine avara kasnak siyasetini tercih etmesi sonucu halk hareketleri geri çekildi. Ya da tersinin de olduğu söylenebilir beklentilerle duraklayan halk hareketleri “anayasa referandumu”nda da bozguna uğrayınca iyice kabuklarına çekildiler. Boric ve çevresinin devrimci barutu ise kısa zamanda tükendi. Burada istisna görece aktif olan özerklik mücadelesi veren Mapuche halk hareketi. Özetle mücadele etmeden kazanmak diye bir şey olmadığı gibi mücadelede süreklilik olmadığı takdirde anlık zaferlerin de bir geleceği yok!

(Bianet – 04/03/2023)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu