GüncelMakaleler

DENGÊ AZADÎ | Ölülerimize Sarılmak

Ezilenlerin mücadelesi sırasında ölümsüzleşen herkes, geri kalanlar için sonsuz bir değere dönüşür. Bu miras onların anılarıyla ve anılarının değdiği her şeyle beraber yaşamaktadır. O yüzden şehitlerimizin naaşları, en değerlilerimizdendir.

Hakan Arslan’ın babası, Arslan’ın naaşını, üstü mühürlenmiş bir kutuya konulmuş olarak Diyarbakır Adliyesi’nden teslim aldıktan sonra tek başına dışarıya çıktı. Durumun ağırlığı bütün hareketlerine yansıyordu, ancak oğlunun naaşının içerisinde olan kutuyu öyle bir tutuyordu ki, 7 yıl sonra artık onu hiçbir şeyin incitmeyeceği bir kalkan oluşturuyordu sanki.

Tıpkı Şeyh Bedrettin’in Serez Çarşısı’nda 18 Aralık 1420’de idam edilişinin ardından ahaliden 3 kişinin karanlık çöktüğünde Bedrettin’in cansız bedenini cellatların elinden alıp saklaması gibiydi. Bu coğrafyaların kolektif yaşam için kendini ortaya koyan ilk isyancılarından olan Bedrettin, Serez Çarşısı’nın en işlek noktasında idam edildikten sonra ibreti alem olsun diye cenazesi ipe asılı vaziyette orada teşhir edilmek istendi.

Ancak yukarıda bahsettiğimiz üç kişi bir gece yarısı Şeyh Bedrettin’in yanına sokuldu, biri bıçağını alarak Bedrettin’in asılı olduğu ağacın üzerine tırmandı, yağlı urganı kesti. Keserken bıçağın değdiği Şeyh Bedrettin’in boynunu öperek onu bir babanın küçük bebeğini annesinin kucağına verir gibi aşağıda duran iki kişinin kucağına bıraktı.

İbrahim Kaypakkaya’da 1973’te Amed zindanlarında katledildikten sonra, babasına bir çuvalın içerisinde verilmişti. Kaypakkaya’nın babası, İbrahim’i taşımak için bir hamal tuttu -hammallık Kaypakkaya’nın en değerli gördüğü mesleklerden biriydi- şimdi emin olalım ki o hamal Kaypakka’nın naaşını bir bebeği taşıyormuş gibi taşımıştı…

Ezilenlerin mücadelesi sırasında ölümsüzleşen herkes, geri kalanlar için sonsuz bir değere dönüşür. Bu miras onların anılarıyla ve anılarının değdiği her şeyle beraber yaşamaktadır. O yüzden şehitlerimizin naaşları, en değerlilerimizdendir.

Devrimci ve dişe diş – kana kan bir mücadelenin içerisinde olan herkes, şehit düşen bir yoldaşının yaşamı boyunca ürettiği değerlerin, belki de daha fazlasının, şehadetle beraber ondan arta kalanlar üzerinde somutlandığını bilir, hisseder. Yaratılan bu değer, artık insan gücüyle sökülüp atılamayacak, yok edilemeyecek bir gerçekliğe bürünür. Yaşanan, onun ölü bedenine yaşatılan her ne olursa olsun yaratılan değer sökülüp atılamayacak bir şekilde yoldaşlarımızın naaşlarıyla birleşir.

Sömürge üzerine kurulan bütün devletler ve emperyalist ya da faşist devletler, geçmişten günümüze bu değeri yok etmek için onlarca insanlık dışı yöntem geliştirdiler. Bunda, bu zamana kadar başarılı olamadılar, bundan sonra da şüphesiz geliştirecekleri onlarca saldırıyla da başarılı olamayacaklardır. Gerilla cenaze törenlerine ve mezarlarına dönük saldırılar gerçekleştirilmektedir. Sadece kutular içerisinde değil, adli tıp kurumlarından teslim edilen yoldaşlarımız için dahi değerlerimize dönük saldırılar bu kurumdakilerin hareketleriyle başlatılıp sürdürülmektedir.

Bazen, devletin başka bir işkence yöntemi olarak türlü hilelerle bizlerden kaçırılan yoldaşlarımızın bedenleri, isimsiz mezarlara defnedilmektedir. Bazen de savaşımımızın bugünkü gerçekliği nedeniyle yoldaşlarımızın naaşları, son savaştıkları yerlerde kalmaktadır.

Bunların hiçbiri onların değerlerinden hiçbir şey eksiltmez.

Olan, direnen kesimler içinde -özellikle de gençlik cephesinde- intikam duygusunun, mücadele azminin bizzat faşizm tarafından tahrik edilmesidir.

Direnenler olarak bizler, bu tarz saldırılarla değerlerimizden hiçbir şey kaybetmiyoruz, ancak sömüren sınıflar da debelendikleri pisliğin içerisinde daha dip noktalara inmiyorlar. Çünkü tarihleri ve bugünkü var oluşları, onların alçalabilecekleri son noktaya zaten çoktan vardıklarını göstermektedir.

Kendi kişisel iktidarları için, kardeşlerini katletmeyi, ancak bir gelenek olarak kanlarını akıtmaktan ziyade boğarak “halletmeyi”, vacip kılan bir anlayış onun iktidarını tümden elinden alacak olana her şeyi yapabilir. Bu insandışılaşma, sömürücü sınıf karakterlerinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Sultan İbrahim döneminin Sadrazamı Ahmed Paşa, şeyhülislâm fetvasıyla 1648’de öldürüldü. Yeniçeriler tarafından parçalanan cesedi çıplak olarak Atmeydanı’nda bir çınarın altına konuldu. Ahmed Paşa bu tarihten sonra “bin parça” anlamına gelen “Hezarpare” lakabıyla anılmaya başlandı. O zamanlardan bu yana ibreti alem olsun diye bu yöntemleri denediler, ama hiçbir zaman başarıya ulaşamadılar.

2015 yılında Varto’daki bir çatışmada şehit düşen Ekin Van’ın çıplak bedeni teşhir edildi.

Hacı Lokman Birlik’in bedeni, zırhlı bir polis aracıyla Şırnak sokaklarında sürüklendi.

Agit İpek’in cenazesi 2020 yılında kargo ile ailesine gönderildi.

Sadece faşist Türk devleti değil, onun emperyalist patronları da bu yöntemleri bizzat kullanmaktadırlar.

Usame bin Ladin, 2011’de ABD tarafından gerçekleştirilen bir operasyonda öldürüldü. Operasyonu tamamladıktan sonra helikopterlerle bölgeyi terk eden harekâtçılar, yanlarına aldıkları bin Ladin’in cesedini Umman Denizi’ne attılar.

Bu operasyonun üzerinden çokça zaman geçmesinin ardından bin Ladin’in cenazesinin Carl Vinson adlı ABD uçak gemisine getirilmesinin, “FedEx paketi teslim etti” koduyla ABD kaynaklarında yer aldığı öğrenildi. Aynı yöntem, yine ABD tarafından IŞİD lideri Ebubekir el-Bağdadi’nin cenazesinin de denize atılmasıyla icra edildi.

Sömürgeci devletlerin yöntemleri birbirine ne kadar da çok benziyor. Sadece biri ötekinin daha yerel versiyonu olarak halklara zulmetmeye devam ediyor.

Ancak Hıristiyan ABD emperyalizmi bile, bin Ladin’in ve el Bahdadi’nin mezarlarını -öyle olmadıkları halde- İslam’i değerlere uygun bir şekilde denize bıraktıkları yönlü açıklama yapmak zorunda kaldı.

Türkiye’de ise Türk devlet yetkileri en iyi haliyle sessizliğe gömülüyor, imamlar ölümsüzleşen gerillaların “cenaze namazlarını kılmayabilir” denilen açıklamalar yapılıyor, medyası ise uydurdukları yalanlarla anılara hakaret etmeyi sürdürüyor.

Independent Türkçe yazarı ve Trakya Üniversitesi’nde akademisyen olan Yüksel Hoş isimli faşist, Hakan Arslan’ın bir kutu içerisinde babasına teslim edilmesine daha şimdiden “Devletin merhametini bu yüzden anlamam. Çok mu zordu kremate edip toz etmek? Yarım litre gaz yağı ile bitecek bir işti oysa neden böyle dramlara imkân veririz ki anlayamam. …” diyerek kendi içerisindeki pisliği dışarıya saçtı.

Tam da böylesi durumlar için 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ilk günlerinde Sigmund Freud, bu insanların yaptıklarından utanç ve acı verici hayal kırıklığına uğramamız noktasında haksız olduğumuzu belirtmişti: “Aynı ülkeyi paylaştığımız bu insanlar gerçekte korktuğumuz kadar alçalmadılar, çünkü asla inandığımız kadar yükselmediler.”

Gerçekten de onlar, içinde bulundukları çukurlardan asla dışarı çıkmadılar. Ancak bizim, mücadelemiz süresince yarattığımız değerler sürekli olarak büyümektedir.

1924 yılındaki mübadele sırasında Türkler gözyaşları arasında kenti terk ederken bazı Türk Dervişler ortaya çıktı. Diğer her şeyi geride bırakarak ama Bedrettin’in mezarını kazarak kemiklerini alıp bir sandık içinde İstanbul’a getirdiler. Şimdi Bedrettin’in kabri, II. Mahmud Türbesi’nde bütün o saray yaltakçılarının gösterişli ve şatafatlı mezarlarının yanında toprağa sıfır gömülüşüyle sade ama tüm görkemiyle duruyor.

Kaypakkaya’nın mezarı, üzerinde duran mermerden bir kitapla, mezarlığın hemen önündeki 4 – 5 katlı jandarma karakolundan başlamak üzere tüm ezenlere korku salmaya devam ediyor.

Hakan Arslan’da öyle olacak.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu