GüncelMakalelerYorum

YORUM | Kasap Taburları

"Doğadaki tüm şeylerin maddi determinizmi-maddi indirgemeciliği olduğunu düşünüyoruz. Koşulları ortaya çıkaran etmenleri ele aldığımızda (soykırımın) tamamlanıp tüm maddi birikimlere el konulması ve bu yolla zenginleşmenin, sınıf atlamanın ülküsü tutturulmuştur."

Bir tarih anlatısı ve o tarihin geçmişteki yankısını içten yani gönülden hissedebilmek ancak edebiyatın-sanatın betimleme-yorumlama gücü ile açığa çıkabilir. Geçmiş zamanın izlerini bazen tarih, bazen de edebi-tarihi romanlarda bulmaktayız.

Trajedilerle örülmüş bir coğrafyada romanın anlatım dili çok yalın ve belirgin izler taşımalı ki, hiç yaşamamış kişinin beyninde ve yüreğinde imgeleyici figürler, mekân-zaman olgusu yerli yerine otursun.

Yazım-anlatım dilinin sadeliği tarihi yolculuğa çıkarırken aynı zamanda yaratılan ve vurgusu yapılan tarihsel trajedinin kütüphane veya evdeki kitaplıkta tozlu raflardan kaldırıp geçmişle yüzleşmemizi de sağlayacaktır. Bu ülke topraklarında halen bazı uluslar, milliyetler TC devleti tarafından “vatan haini” ya da “bölücü, terörist” olarak adlandırılarak kriminalize edilmekle beraber, öte yandan ise devletin-TC’nin Kürtlere, Ermenilere, Rumlara ve diğer uluslara, halklara bakış açısı hep “imha-soykırım” temelinde gelişmiştir.

“Utançtı Bana Kalan Miras” romanında geçmişe gönderme yaparak, geçmişten bugüne ve bugünden “hep utanç duyacağımız” kanlı ve kirli bir hikâye kaldı.

Peki, bu utanç neydi? Bu utanç, İttihatçıların, bazı işbirlikçi Kürt feodallerin (aşiret ağalarının) Ermeni halkının, malına mülküne, canına göz dikmeleri ve bunu çetelerin (Kasap Taburlarının) insafına bırakmalarıydı. Cafer Demir kitabında okuyucuya kitabın sürükleyiciliği kadar, peşi sıra gelişen olayların akıl almazlığın, vicdansızlığın, ahlaksızlığın ne boyutlara evrilebileceğini bilinçte bıraktığı-bırakacağı tarihsel belleğin canlı tanığı kılarak, bir vicdan muhasebesine de itmektedir. “Sürgün”deki yazım dilini “Utançtı Bana Kalan Miras” ile daha ileri bir noktaya taşımıştır.

Tarihsel romandan söz edecek olursak; 1915 yılında Dr. Mehmet Reşit’in İTC’nin (İttihat Terakki Cemiyeti) çetelerine ya da diğer adı ile “Kasap Taburları” Rumların ve Ermenilerin mallarını zorla, ölümle, katliamla kendi zimmetlerine geçirmişlerdir. Çoluk çocuk ve bu ailelerin diğer fertlerinin gözyaşına bakılmaksızın infaz edilmişlerdir. İTC’nin baş mimarı olan ve o dönemde 1915’te Amed’de vali olan Dr. Mehmet Reşit (Çerkez Reşit) ve kalem müdürü olan Ahmet Faik Bey (Tetikçi) gönderildikleri bu yerde (Amed) büyük pogrom girişimlerinde bulunmuşlardır.

Bu katliamların Avrupa’da gündem olması ve Batı’nın bu konuya basında ve kamuoyunda yer vermesi İTC’nin önde gelen temsilcileri-kadroları olan Enver, Talat ve Cemal’in can havliyle Rusya’nın Sivastopol şehrine kaçmaları ile birlikte burada (Türkiye’de) kalan diğer azmettirici ve tetikçi çeteler için ise Divan-ı Harp (Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi) tarafından aranmaktaydılar. Çünkü egemen-hakim sınıfın temsilcileri bunların son kullanma tarihi artık geçmişti. Yine Batı ile yakınlaşmak Jön-Türklerin (Kemalistlerin) kendi itibarlarını tazelemek ve Osmanlı’nın bıraktığı bu kıyımın politik olarak üzerinden atlamak, taze bir sayfa ile Cumhuriyet’in bu gibi olaylara müsamaha göstermeyeceği belirtiliyordu. Ancak tarih ve siyaset Kemalist diktatörlüğü doğuracağının ilk oluşumunu o dönem ortaya koymuştu bile. Çerkez Şakif, Çerkez Harun, Ahmet Faik Bey ve diğer birçok “Kasap Taburu”nun unsurları kaçak olarak yaşadılar. Tüm onursuz ve çete mensuplarının sonu yine bir İTC’nin tetikçileri tarafından sonlandırılıyordu. Geçmişten gelen bu politika bugün de geçerliliğini korumaktadır. Yakın tarih içerisinde halklara karşı işlenen suçlara katliamlar ve TC devletinin asli politikası olan “Türk’ten başkasının bu topraklarda yaşama şansı olmamalıdır, olsa bile köle olmalıdır” yaklaşımına-anlayışına bu roman gerçeküstü bir bakış açısı ve bellek sunmaktadır. Bu açıdan, tarihsel süreçlerin bir ulus, bir milliyet için neden bu kadar önemli olması gerektiği üzerinde durmak, insanın kendi tarihsel bilincinin de sorgulamasını getirecektir.

Doğadaki tüm şeylerin maddi determinizmi-maddi indirgemeciliği olduğunu düşünüyoruz. Koşulları ortaya çıkaran etmenleri ele aldığımızda (soykırımın) tamamlanıp tüm maddi birikimlere el konulması ve bu yolla zenginleşmenin, sınıf atlamanın ülküsü tutturulmuştur. Bir halkın unutulmasını, ülkesinin, topraklarının, çocuklarının isimlerinin değiştirilmeye tabi tutulmasıyla yok olunacağına inandırmıştı o dönemin devşirmeleri.

Ermenilerin köklerine-etnografik araştırmalar farklı tarihlendirmeler ve etnik temellerde ilişkilendirilmeleri söz konusudur. Bazı Asur kaynakları MÖ. 12. ve 9. yüzyıl arasında, Ermenilere ve Ermenilerin krallarına dair bilgiler vermektedir. Ayrıca Urartuları oluşturan toplulukların bir kolunu oluşturdukları ve Asur-Urartu savaşları sonucunda Urartuların yenilmesiyle geriye kalanlardan bir kesiminin Ermeniler olarak varlık gösterdiği de belirtilmektedir.

Hayasa, Armen ve Urartu kabilelerinin kaynaşmasından oluşan Ermenilerin tarihte ilk kez ortaya çıktıkları noktaydı. Nitekim Ermeniler kendi dillerinde kendilerine geleneksel olarak “Hay” ve ülkelerine “Hayastan” adını verdiler.

MÖ. 12. ya da 11. yüzyılda Batı’da Trakya-Frigya kabilelerinin göçüyle gelen ve yolları Fırat Nehri ile Murat Suyu’nun (Muş) derin vadi zirvelerine yerleşen Hint-Aryen kökenli topluluklar arasındadır Ermeniler.

Dikkat edilmesi gereken husus Mezopotamya tüm kadim halkların beşiği olduğu kadar bu halkların ortak geleceğini de belirleyecektir. Mezopotamya dün tekleştirilemedi bugün de tekleştirilemeyecektir. Irkçılık, faşizm, din despotizmi ve burjuva diktatörlüğü bu toprağın harcı değildir, onun harcı, mayası, tutkalı farklılıkların birlikteliğidir.

Ermeni Krallığı en güçlü zamanına ve yine en geniş sınırlarına Kral Tigran döneminde ulaşır. MÖ. 88. ve 85.te yaptığı çeşitli seferlerle Tigran bölgelerini genişletti. Bu kadar tarihsel ayrıntıyı resmi ideoloji (Kemalizm) tarafından ilkokul ya da çeşitli kulaktan dolma yanlış bilgi kirliliğinin önüne geçilmesi için her şeyden evvel devrimci bir görevin sorumluluğunu duyduğumuz için irdeliyoruz ve bütünü görmeye çalışıyoruz. Tek yanlı bilgi anlayışı yerine evrensel olan bilimsel sosyalizmin tarihsel olguları ele alış tarzı olan ağacın köküne inmeyi metot olarak kullanıyoruz. Kimilerinin bu bakış açımıza yüzlerini ekşitmeleri doğaldır elbet, çünkü onlar hep başkalarının zihinleri-akılları ile hareket eden kendisi olmaktan çıkmış taklit kişiliklerdir.

Hıristiyanlık dininin doğuşuyla beraber bu dini ilk kabul eden halklardan biri de Ermeniler olmuştur. Roma İmparatorluğu resmi din olarak Hıristiyanlığı kabul edişini açıklamadan önceki bir zamanda MS. 300’lerde Ermeniler Hıristiyanlığı kabul ederler. İslamiyet’in doğuşuyla başlayan Arap yayılmacılığı, Orta Asya’dan gelen Türk akınları, Doğudaki Pers ve Part baskıları özellikle Moğol saldırıları gibi ardı arkası kesilmeyen zorlu süreçler söz konusudur Ermeniler için. Tüm bu baskılardan, sürgünlerden kaçan Ermeniler, Ermeni Yaylası’ndan Güney-Batı ve kıyı bölgelerin dağlık kıvrımlarına göçerler.

Mezopotamya’nın kuzeyinden batı ucuna ve Kafkasya’nın güney hattından bugün Anadolu olarak tariflendirilen bölgenin iç ve batı kesimlerine kadar genişçe bir coğrafi alanda yerine göre de parçalı-topluluklar şeklinde yaşam sürmüşlerdir.

Birçok tarihi inceleme-araştırma kitaplarında “Ermeni Soykırımı” kapsamlı ele alınmakta ve bu olaya objektif-bağımsız yaklaşılmakta. Yine kitaba-romana konu olan ve isimleri hep hatırlanacak, anılacak olan Mehmet Zeki’lerin bu katliamlar karşısındaki tutumu insanları da gıpta ile belleklere kazınacak kişilikler de yaratacaktır. Tarihi yapanlar ve yazanlar olarak, insan olarak nerede zulüm, barbarlık ve tahakkümcülük varsa, insan olmanın erdemi ve gereği bunun karşısında durmak olduğu kadar, kısa çöp uzun çöpten hakkını alıncaya kadar da hep mücadele, savaşım ve kavga içinde olmalıdır.

Yararlanılan Kaynaklar: Gülçiçek Günel Tekin, İttihat Terakki’den Günümüze Yek Tarz-ı Siyaset Türkleştirme, Garo Sasuni, Ermeni-Kürt İlişkileri

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu